1 Ocak 2020 Çarşamba

UZAYDAKİ MESAFELER

Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki devasa boşluklar Dünya’da canlı hayatının var olabilmesi için zorunludur. Gök cisimleri arasındaki mesafeler Dünya’daki yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir.


Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi’nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta küçüklükte bir yıldız olan Güneş’in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş’e en yakın üçüncü gezegendir.
Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş’in çapı, Dünya’nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya’yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş’in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi’nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.

Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazıdır. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş’e en yakın olanı Alpha Centauri‘dir. Eğer Alpha Centauri’yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya’nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya’nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş’in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Modeli biraz daha küçültelim. Dünya’yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya’ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri’yi ise Güneş’ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir. Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.

Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok “küçük” bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar! Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.

KAYNAK: Evrenbililimi. com

Mizahi Uzay Tartışması (biraz gülelim)



DÜNYA DIŞI YAŞAM VAR MI? YOK MU? 



           Uzay ortamı, mikrobiyolojik açıdan iki şekilde değerlendirilebilir. Birincisi, bir
mikroorganizmanın uzay koşullarında meydana gelip gelmeyeceği sorusu ile ilgilidir. Bu sorunun yanıtı, Dünya’nın fiziksel ve kimyasal özellikleri ile evrendeki yerinin, uzaydaki diğer bölgelere karşılaştırılmasına dayanır. 
İkinci bakış açısı ise, Dünya’daki ekstrem habitatlar bir model alındığında, bu çevrelerde yaşayan mikroorganizmaların uzay ortamlarında da yaşamlarını sürdürebilme ihtimalini kapsar. Bu kapsamda “Dünyasal ekstremofil organizmaların uzaysal ortamlarda yaşamalarının mümkün olabilirliği” sorgulanmalıdır.Mikrobiyolojik anlamda uzaydaki yaşam olasılığını değer- lendirmek için, bu iki bakış açısını, ortak bir paydada değerlendirmenin gerekli olduğu fikri, bu çalışmanın temel sonuçlarından birini oluşturmaktadır.
Uzay ortamını mikrobiyal açıdan değerlendirmenin ilk bakış açısı kapsamında, yıldızsal ortamların fiziksel ve kimyasal koşulları ile mikrobiyal oluşum süreci ilişkilendirilmelidir. Yıldızlararası ortamlarda yüzlerce organik molekül saptanmıştır. Fakat daha karmaşık,  biyolojik organik moleküller ve biyolojik bir oluşum saptanamamıştır. Bu aşamada mikrobiyal bir yaşam formunun varlığı da sorgulanabilir. Uzayda mikrobiyal bir yaşam formunun belirlenememesini iki faktöre dandırabiliriz. Bu faktörlerden ilki, elimizdeki teknolojik olanakların, daha karmaşık molekülleri ve olası bir yaşam formunu belirlemeye yetmemesi olabilir. İkinci faktör ise, uzaysal ortamda mikrobiyal yaşamı baskılayacak çeşitli etmenlerin varlığıdır. Uzaysal ortamda mikrobiyal yaşamın baskılanma sebepleri arasında; yıldızlararası ortamın sürekli yüksek radyasyona maruz kalması, moleküler bulutların organik moleküllerinin birbirleriyle reaksiyona
girmesine olanak tanımayacak oranda çok genişalana yayılmış olması ve ortamın çok soğuk olmasından dolayı organik moleküllerin çoğunlukla buzların içerisinde hapsedilmiş olması gibi
etmenler sayılabilir. Üstelik, mikroorganizmaların oluşumu için fizyolojik ve morfolojik yapıları açısından çok daha karmaşık organik moleküllerin düzenli bir sistem oluşturması gerekmektedir. Diğer taraftan, ilkel gezegen oluşum disklerinde gezegen oluşumu evresinde yoğunlaşmanın fazla olması, sıcaklığın da kimyasal reaksiyonların oluşmasına imkan verecek düzeyde olması sebebiyle, yaşamsal öneme sahip elementler ve oluşan karmaşık organik
moleküller, meydana gelen gezegensel cisimlerde de bulunabilmektedir. Ancak yaşamsal öneme sahip elementler ve organik moleküllerin varlığının yaşamın varlığını zorunlu kılmayacağı
öngörülebilir. Bu nedenlerle, bu çalışma kapsamında, panspermia hipotezine ters düşerek Dünyasal yaşamın yıldızlararası ortamlarda oluşmasının mümkün olmadığı öngörüsüne ulaşılmıştır. Nitekim, şimdiye kadar incelenen asteroidal veya kuyrukluyıldızsal meteoritlerde, çeşitli organik moleküllerin yanı sıra, fazla miktar su ve azot bulunmasına rağmen, hiçbir biyolojik yapıya rastlanmamış olması, bu çalışmada oluşturulan bu öngörüyü desteklemektedir.

      Uzay ortamını mikrobiyal açıdan değerlendirmenin diğer bakış açısı ise Dünyasal
ekstremofil organizmaların uzay koşullarında yaşamalarının mümkün olup olmadığını sorgulamaktır. Bu organizmaların çoğu, yüksek düzeyde özelleşmiş metabolik ve fizyolojik
özelliklere sahiptir. Başka bir deyişle, bu organizmalar, bulundukları ortama uyum sağlamak için, fizyolojik değişim geçirmişler ve ayrıbir filogenetik hat oluşturmuşlardır. Bu organizmaların yaşadıkları çevrelerin karakteristik özelliklerine akarak, diğer gezegenlerin benzer özelliklere sahip bölgelerinde normal olarak bu organizmaların yaşayabilirliklerini sürdü-rebilecekleri düşünülebilir. Fakat öncelikle bu organizmaların bu yerlerde nasıl ortayaçıkabileceğini sorgulamanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Erken Dünya üzerinde yaşamın oluşumu senaryosu göz önünde bulundurulduğunda, diğer gezegenlerin de benzer şekilde yaşamı oluşturması ve devam ettirmesi (yaşamın evrilmesi) gerektiği düşünülebilir. Mikrobiyal yaşama sahip olacak gezegenin, içerisinde bulunduğu galaktik bölgenin gezegene yansıttığı özelliklerine uyum gösterebilecek bir Dünyasal yaşama sahip olması(ekstremofiller gibi), bulunduğu habitata uyum gösterenlerin doğal seçilimde baskın olması ve yaşamın bu yönde evrilmesi gerektiği fikrindeyiz. Fakat önceden de vurguladığımız gibi, en başta Güneş Sistemi içerisinde, diğer gezegenlerde mikrobiyal bir yaşam belirlenememiştir. Bu bağlamda, Dünya’da farklıçevrelerde yaşamlarını sürdürebilen organizmaların, kökensel olarak yaşadığı çevreye uyum gösterecek şekilde oluşması ve ilişkili olarak Dünyasal filogenetik ağacın yeniden düzenlenmesi gerektiği gibi çıkarımlarda bulunmaktayız.


Bu gerekçeler ile uzaysal ortamlarda
Dünyasal bir yaşam formunun olmadığını ve olamayacağını savunuyoruz. Öngörümüzün teknolojik kısıtların olmadığı gelecekteki çalışmalar ile destekleneceği görüşündeyiz. Bu görüşe dayanarak:


a. Uzayda yaşam arayışlarını daha geniş bakış açısıyla, Dünyasal kimya ve Dünya-
benzeri gezegenler ile sınırlamayarak keşfetmek,

b. Yaşam arayışı teknolojilerini, Dünyasal yaşam aramanın yanı sıra, farklı yaşam biçimlerini araştırmaya yöneltmek,

c. Dünya evriminin ilk aşamalarında, yaşamın başlangıcı araştırmalarını, uzay ortamındaki mikrobiyal yaşamın yanıtı ile ilişkilendirmek ve değerlendirmek,

d. Diğer gezegenlerdeki yaşam oluşumu araştırmalarının sonuçlarından yola çıkılarak, Dünya evriminin ilk zamanlarındaki yaşamın kökeni tahminlerini ve dolayısıyla Dünyasal filogenetik ağacı yeniden düzenlemek,

e. Dünya’daki yaşamın Dünya’ya özgü olduğunu vurgulayarak, erken Dünya’nın, yaşamın oluşmasını sağlayacak, diğer gezegenlerden farklı, hangi özelliklere sahip olduğunu ve hangi aşamalardan geçtiğini, bu çerçeve dahilinde yeniden keşfetmek gerektiği inancındayız.

KAYNAK: ANADOLU ÜNİVERSİTESİ BİLİM VE TEKNOLOJİ DERGİSİ –CYaşam Bilimleri ve Biyoteknoloji 

DİBNOT: Günümüzde yapılan araştırmalar, yazılan makaleler ve deneyler sonucunda dünya dışı bir yaşam tespit edilememiştir. Şuanki sonuçlara göre uzaylı yok ama gelişen teknoloji ve yapılan araştırmalarla bu algımız tamamen değişebilir. SAYGILARIMLA 

31 Aralık 2019 Salı


Evrenin ne kadar büyük olduğu hakkında kısa bir video izleyelim


10 Aralık 2019 Salı

  EVRENİN  OLUŞUMU   HAKKINDAKİ       GÖRÜŞLER

Evrenin oluşumu hakkında tarih boyunca bilim adamları tarafından farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ortaya atılan görüşler, evrenin oluşumu hakkında iki farklı modelin olabileceğini göstermiş ve bilim adamları bu modellerden birini savunmuştur.
a) Başlangıcı Olmayan Hareketsiz Evren Görüşü :
Evrenin oluşumu hakkındaki ilk görüş 1600`lü yıllarda Newton tarafından ortaya atılan hareketsiz ve başlangıcı olmayan evren görüşüdür. Bu görüşe göre evren, sonsuzdan beri var olmuştur ve sonsuza kadar da varlığını ve şu anki halini koruyacaktır.

b) Başlangıcı Olan ve Genişleyen Evren Görüşü :
Evrenin oluşumu hakkındaki ikinci görüş çoğu bilim adamı tarafından kabul edilen evrenin bir başlangıcının olduğu görüşüdür. Bu görüşe göre evrenin bir başlangıcı vardır ve evren sürekli bir genişleme içindedir.

1927 yılında Belçikalı bilim adamı Georges Lemaitre, evrenin oluşumu hakkındaki ortaya konan ikinci görüşe göre eğer evren sürekli genişliyorsa, evrendeki gök cisimlerinin geçmişte birbirlerine daha yakın olmaları yani evrenin daha sıkışık olması gerekir hipotezini kurarak  ortaya koymuştur.


Büyük Patlama (Big Bang) 

  



Günümüzde önemini  yitirmiş diğer görüşler; 

Durağan Durum (Steady State) Modeli

Bu modeli savunan bilim insanları, maddeyi ve evreni değişmez kabul ediyorlardı. Onlara göre evrenin genişlemesi onun değişeceği anlamına geliyordu. Değişenbir şeyin ise sonsuzdan beri var olması kabul edilemezdi. Bu modelin öncüsü ise Fred Hoyle (1905-2001) idi. Evrenin genişlemesi modeline de “Big-Bang” ismini küçümsediği için o vermişti ancak model bu isimle meşhur olmuştur. Durağan Durum Modeli’nin o dönem ilgi görmesinin nedeni, evrenin yaşıyla ilgili hesaplamalardaki yanlışlıklar idi. Çünkü bazı gök adaların yaşı, evreninkinden daha yaşlı çıkıyordu. Diğer bir neden de evrenin bir başlangıcı olacağı düşüncesine kabul edilmeyişiydi.

Açılıp Kapanan (Oscillating) Evren Modeli

İkinci alternatif model ise Açılıp Kapanan (Oscillating) Evren Modeli’dir. Bu model, evrenin bir başlangıcı olamayacağı düşüncesini temel alarak kurgulanmıştır. Bu model, evrenin bir tekillikten açılıp geriye kapandığını sonra tekrar açılıp tekrar kapandığını ve bu süreçlerin belirsiz sayıda devam ettiğini öngörmektedir.

Hayali Zaman Modeli

Evrenin oluşumuna alternatif üçüncü bir model de Stephen Hawking’in Hayali Zaman Modeli’dir. Stephen Hawking(1942) Einstein’ın formüllerini kullanarak evrenin ve zamanın bir tekillikten başladığını, Big-Bang’den önce zaman kavramının bir anlam taşımadığnı ortaya koymuştur. Roger Penrose ile bu modeli geliştiren Hawking, “Zamanın Kısa Tarihi” adlı eserinde, Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı ile evrenin bir başlangıcı ve sonu olduğu çıkarımına ulaştıklarını anlatır. Ancak yine de Hawking, evrenin bir başlangıcı olmadığı görüşündedir. Bu nedenle“hayalî zaman” (imaginary time) kavramını ortaya atmıştır.Ona göre zamanın ve uzayın sınırsız ve sonlu olduğu düşüncesi, yalnızca bir öneridir.
Plazma Modeli
Başka bir model de Plazma Modeli’dir. Hannes Alfven (1908-1995) tarafından oluşturulan bu model, evrenin bir başlangıcı ve sonu olmadığınıama durağan da olmadığını öngörmektedir. Bu modele göre evren’in %99’u plazmadır. Bu model, uzayı “Evren’in tümü” olarak kabul etmez. Yani burada, uzay ve evren ayrımı yapılmaktadır. Uzayın bir bölgesinde oluşan “Evren”den değil, sonsuz boşlukta var olmuş bir bölgeden bahsedilmektedir. Plazma Evren Modeli, sonsuz uzayda var olan çokça evreni öngörür. Bu, evrenlerin oluşumunu plazmanın manyetizma ve kütle çekimi yoluyla milyarlarca yıllık süreçte bir araya gelmesiyle açıklar.Yani şu anki gök cisimleri, gezegenler, gök adaları, milyarlarca yıllık süreçte yoğunlaşmış plazma durumlarıdır.

KAYNAKLAR:https://www.fenokulu.net/mobil/fen-konulari/konu1828   

https://www.google.com/amp/s/www.dunyaatlasi.com/evrenin-olusumuna-dair-farkli-gorusler/amp